az önce bencilliğimi ve bu diğer tüm nesneleri ideal biçimde dışlayan benliğimi tescilleyen bir yorum yazmıştım ve teknoloji pek kabul etmemiş olacak söylediklerimi... siliverdi...her neyse... birçoğuna transfer amaçlı, hissiyat sandıkları vurgularla bir sürü cümlecik gönderdim, beyinlerindeki kendimle ilgili yarattığım karanlık köşelere yönlendirdim onları ve onlar orada ne bulacaklarını bilmeden dolanırken kendimi aydınlattım. defalarca kelimelerin yada kısaca dilin bu gücünü ispat ettikten sonra, birazda sorunlara neden olacağından korkarak telefonu bir kenara attım. bir insan gibi düşünecek olsaydı, pan bunu bir ihanet sayardı, ama hayır, bu sadece bir yöntem sorunu. yerine başka birşey bilmem gerektiğini biliyor. biz soslu yada sossuz, ağzına kocaman demir bilye sokulmuş haliyle seviyoruz zorunluluğu ve yalnızca onu kabulleniyoruz. gerektiğinde göz ardı edebileceğimizi bilerek ve yalnızca bu özgür kılıyor bizi... her neyse demek istediğim... benim dil döktüğüm tüm bu karşı kişilikler ben konuşurken kendilerini çok fazla kaptırmışlardı titreşimlere. ve ne zaman konuşanın kim olduğunu merak edecek olsalar, cümlenin vurgusunu değiştirdim. bu yüzden gözleri yere dönük, kulaklarıyla bakar oldular bana. ve asla umursamadılar "bunları kimin onlara söylediğini" ve ileride, onların sabırsızlıkla ve yine de sinsi bir kayıtsızlıkla bekledikleri o zaman sonrası buluşma mekanında, söylediğim herşeyi dosyalar halinde fırlatacaklar yüzüme. ve ben yarım ağızla bir kez bile bana bakmadıklarını, konuşanın, söyleyenin, söz sahibinin kim olduğunu merak etmediklerini, oysa keçi tüylerim ve yeni çıkmış boynuzlarımla olduğum gibi karşılarında dikildiğimi söyleyeceğim. sonrası...sonrası umrumda olmayacak: benim tek kelepçelerim kendim ve zorunluluklarım... peki kim söylüyor size bunları?
1 yorum:
az önce bencilliğimi ve bu diğer tüm nesneleri ideal biçimde dışlayan benliğimi tescilleyen bir yorum yazmıştım ve teknoloji pek kabul etmemiş olacak söylediklerimi... siliverdi...her neyse... birçoğuna transfer amaçlı, hissiyat sandıkları vurgularla bir sürü cümlecik gönderdim, beyinlerindeki kendimle ilgili yarattığım karanlık köşelere yönlendirdim onları ve onlar orada ne bulacaklarını bilmeden dolanırken kendimi aydınlattım. defalarca kelimelerin yada kısaca dilin bu gücünü ispat ettikten sonra, birazda sorunlara neden olacağından korkarak telefonu bir kenara attım. bir insan gibi düşünecek olsaydı, pan bunu bir ihanet sayardı, ama hayır, bu sadece bir yöntem sorunu. yerine başka birşey bilmem gerektiğini biliyor. biz soslu yada sossuz, ağzına kocaman demir bilye sokulmuş haliyle seviyoruz zorunluluğu ve yalnızca onu kabulleniyoruz. gerektiğinde göz ardı edebileceğimizi bilerek ve yalnızca bu özgür kılıyor bizi... her neyse demek istediğim... benim dil döktüğüm tüm bu karşı kişilikler ben konuşurken kendilerini çok fazla kaptırmışlardı titreşimlere. ve ne zaman konuşanın kim olduğunu merak edecek olsalar, cümlenin vurgusunu değiştirdim. bu yüzden gözleri yere dönük, kulaklarıyla bakar oldular bana. ve asla umursamadılar "bunları kimin onlara söylediğini" ve ileride, onların sabırsızlıkla ve yine de sinsi bir kayıtsızlıkla bekledikleri o zaman sonrası buluşma mekanında, söylediğim herşeyi dosyalar halinde fırlatacaklar yüzüme. ve ben yarım ağızla bir kez bile bana bakmadıklarını, konuşanın, söyleyenin, söz sahibinin kim olduğunu merak etmediklerini, oysa keçi tüylerim ve yeni çıkmış boynuzlarımla olduğum gibi karşılarında dikildiğimi söyleyeceğim. sonrası...sonrası umrumda olmayacak: benim tek kelepçelerim kendim ve zorunluluklarım... peki kim söylüyor size bunları?
Yorum Gönder